8/08/2010

Bağ Bozumu
















(İllustrasyon: Willy Pogany
1913 te londra baskılı  kitabın en sevdiğim karelerinden biri. Masal okumayı sevenler için "Türk peri masalları" olarak 1991 yılında Engin Yayıncılık tarafından 2 cilt olarak basıldı. Halen piyasada yada sahaflarda bulmak mümkün. Bağzı öyküleri yarım olması sizi üzmesin, çok keyifli masallar var.
1901 basımı başka bir tane daha lakin onu henüz göremedim. ingilizceden türkçeye ne yazıkki ilk basımından kalan sayfalarla bukadar çevrilmiş..
Kitabın Adı: Forty-Four Turkish Fairy Tales

Derleyen.Dr. Ignácz Kúnos
kitabı hazırlayan : George G. Harrap)
Aslında kitabı resimleyen sanatçıdan bahsedecektim, ama kitap daha mühim geldi. İnternetten nasıl olsa ressam hakkında epeyce bilgi bulursunuz.  Sonra yemekte yapacağım ama  yarım öyküm ile biraz oyalanalım :)


“Bir kadeh şarapta, yılın tozunu ve yılın gölgesini yudumlarken yine geçmişin ellerinden zevk alırız.”
I.
Yeni tadılacak fıçıda elenen, süzülen şarapta bazen küf tadı alırsınız. tam bozulmamıştır lakin tadıda beyhude.  Biraz ahşap; biraz üzüm. Hayat geçer kafanızdan, bir ekşimeyi, vukuatı veya nihayeti koklayıp hüzünlenirsiniz usulca. Ahşabın tadı bizdendir. Üzümün tadı ise hayatta meşgale. Fıçıya basıp bize yakın olması beklenir üzümden. Bizim gibidir bakarsanız bağın kenarından, tane tanedir. Var olmaya, olgunlaşmaya, şerbetlenmeye heves duyar, güneşi, suyu sever. Mevsimin ne getireceğini bağcıda bilmez, bağda. İş şaraba gelince; nihayettir ve haktır bizce.
Bedene efkârı çağırır kadehler. Gevşerken beden, düşler dolanır geceyi. Toplayıp hece hece kelimeleri şaire şiir, âşıklara tılsım sarhoşluk. Tanrılar sarhoşken yaratmış olmalılar geceyi. Ya da şarap için sermişler bu denli süsü, yıldızı, ayı . Efkar sızarken içimize, susayan gönül hicivde saklar sevgiliye söylenecek kelimeyi. Sebep gerekmez sarhoş olmayı bekleyen geceye. Düşlerseniz şarabı yapan elleri; yaşayacak bir günü daha olsa yine bağa gider, çapa vurur, yaprak toplar, bağ budar, bağ bozardı sanırım. Bağda doğmuş olsa gerek anasının sütünden evvel üzüm suyu kaçmış genzine. Ondandır, ya da nice narin ayaklar şarabın ehlimidir bilinmez; Aşkın mihrabını düzeltir usuldan. Tadı eski, bilmecenin sahibi kadar eski. Bilmece demişken;

Daha güneşti, buluttu. Şu yoldan kağnı usulca süzüldü sokaklara; bir yokuş yordu öküzü, yükü pahaydı. Küçük kızı süzdü yanından geçerken. Yükü daha ağır geldi, sanki göçmek istemezdi ya da helal dilenmekti şu küçük bedenden.
Tepenin ardına varana dek susmadı ağıt. Adımları küçüktü, tutuktu. Yüreği hıçkırıklarda sessiz. Göçenin bilir tarafları, bilmez yolları ezdi. Varacağı yer gurbet değildi. Gurbet toprak mı? Bu soruyu da saklayalım; yiğitliği belledi belleyeli sırtından düşmeyen kağnı ardından sürüklenir gelirdi. Nimran yanında yürür kâh yularını çeker kâh nodulu dürterdi böğrüne.

Kâfir diye geçirdi içinden. Hiç acıması yok mu gâvurun. Oysa yavrusuna nede sevecen ve de yufka bakar. Nihayeti ağır usul geceyi etti yollar. Bir tutam çalı çırpı ateş yakmak için, biraz öküze yem. Şarapla ıslatılmış birkaç dilim ekmek. Sonrası ateşin karşısında efkar ve sarhoşluk. Gün güzeldi, gecede yıldız. Göğü seyrederken uyuya daldı. Kim bilir hangi günün hayaliydi, rüyasına misafir. Ateş söndü söndükçe öküze daha bir sokuldu nimran. Sabah üşütürdü. Bilinmeze bakamak gibi yeni güne bakmakta titretirdi bedeni. Güneş doğmadan evvel iyice sokulurdu Nimran, kara bedene. Öküzde biraz olsun nasiplenirdi küçük bedenin sıcaklığından. Şimdi dosttu gündüz yine bey olacak itip kakacaktı.

Kara Cümbüş göğe baktı Nimrana baktı. İlk sevdayı düşledi ilk günü yordu kafasında. Filozofca ilk şarabıda taktı hikayenin ecerine . Evvelde insanı oturtamamıştı hayatın içerisine, şaraba değin. dünya düzeni; Şarap için şarapta var insan. Birlikte var oldular, birlikte yazdılar bu dünyaya zamanı. Tanrılara sundular, tanrıları. Yinede bir garip duruyordu insan oğlu bu dünyanın üzerinde.

Daha bir gün olmuştu yola çıkalı; nedense yıllardır yürüyor muşça alışık ve yorgundu ayakları, kara cümbüşün. İnsan kısmının yükünü taşımak ne zormuş meğer. Aşını, yemişini; Tüysüz tuhaf bedenini taşımak ne denli zorsa o denli ağırmış ve anlaşılmazmış tavırları. Gece geçmiş, yediği lokma otla günü savmış daha yeşil topraklara bakmayı beklerken, daha kuru daha sert topraklara bakar olmuşlar. Güneş dikmiş ve yakarmış tozu, toprağı yüzlerine bulayan rüzgar.

Kağnının sesi inletirken dağı yamacı bir başka ses daha yok. ne Nimran’dan nede kara cümbüşten. Düşü uyumuş gibi ne düşündüğünü bilmeden sessiz bir iniltinin içine çekiliyormuşça menzilsiz ilerledi bir adım bir adım daha...
Karacümbüşün acıktığı aklına geldi. Etrafına bakındı yeşil bir şeyler aradı ama yok ve yoktu. İrkildi birden kendine geldi. Açlık işte tüm kulları kendine getirmez mi? ( Bizim kulluğumuz tanrı kulluğu değil soranlara aklında bunu gezdirenler varsa diye söylüyorum. Ki tanrı bir öküzün kulluğunu neyler oda ayrı bir mevzu.) Nihayeti toprak çoraktı çatal çatal yarılmış uçsuz bucaksız bir yokluk gibi.......



II.


Sevmemiş Taze kız hayatında ama sevilene gebeymiş ömürde. Sıkıca sarıldığı birkaç sayfayı yüreğine basarak uyurken, sevdasını rüyaya çağırmakmış maksadı. Sabah kalktığında yüzündeki mutu paylaşırmış hatırlamasa da rüyalarını. Hangi romana ait olduğunu dahi bilmediği; okudukça içini acıtan sözlerle ya da yüreğine koca boşluklar çizen cümlecikleri çizerken kafasında, kapıdan girip o sözleri sarf edecek adamı süzermiş gönlünde.

Yolların bu denli ezdiği yorduğu beden ne kadar heybetli olabilirse o denli heybetli. Durup karşısında bekleyene, dinletmek dillendirmekmiş umut. Gelip yüreğini öpecek ona avuntu edip, bende sevdim diyecek masanın bir ucunda otururken kadınını süzerek. Hiç kelime etmese de bakışları yârinin gerdanını süsleyen örgü saçların katlarını sayacak bir bir. Ve doğan günde olacak umut.

Geçip ocağı karıştırmış usul çıtırtılara seyir edip. Hayale bir ders daha katmış. Babasının aksayan ayağını duyup ayılmış kordan heceden. Bir somun çıkarmış masanın üstüne bir kâse süt. Gün ışırken nede yorgun oluyor beden; biraz taze, biraz buruk. Sessizce oturup kahvaltısını yaparken güneş gözüne batarmış Taze kızın. Sonu olmayan hikaye yüreğinde başka diyarlar gezmiş, başka yüzler çizmiş ocağın koruna, isine. O yüreğini koyacak köşk araya dursun , kış ezberden baharı izlemiş usul usul. Avluları dağın yamacına bakarmış gözün alabildiğine; uçmak istermiş her süzüşünde çayırı, karı. Bir kanat çırpmakmış aradığı birde üç beş yaprağa sığdırdığı sevda.

Nicedir kimsenin hükmü sürmezmiş burada niceyle kavim gezmezmiş burada. Birkaç keçinin inadı yorarmış günü bir o yamaca koşar bir bu yamaçta otlarmış oğlağı. Çeyrekten kısa azdan çok kitabın tadına bakacak olsalar sopayı yerlermiş taze kızın elinden bellerine. Oysa kuru otları yerken ses etmezmiş tatları daha leziz olmasına rağmen. Hatta bir keresinde bir kısmı nasip olmuş topal necibin diline. Beline inen dalın acısına değmiş doğrusu. Diğer boynuzlulardan bir fazlası varmış artık anlatacak, topal ayağının yanı sıra. Anlatmış hiç esirgemeden saklamadan.

” Bir diş tuttum ağız dolusu değil, ama çiğnene bilecek kadar. Dilimin üzerinden şöyle bir geçirdim, ıslanınca dağılır gibi oldu, sonra yapışır gibi damağıma. Bir hece gırtlağımdan çıkarmışça böğürtü çıktı yutkunmayla beraber. Ama tadı ottan samandan farklı gibi pek sezemedim. Bir dahakine daha fazla dolandıracağım dilimde.” Her seferinde birazcık daha dalana budaklana büyüdü cümleler hatta biraz daha yorsa o kitapcağızdan daha fazla kelime edecekmiş. Eve gitme vakti gelince topal ayağına aldırış etmeden hoplaya keyiflene inermiş yamaç aşağı.

Eve vardıklarında evin avlusunda bekleyen babanın seslenişine koşarmış topal necip. Öğlenden arta kalan azıktan bir lokma alıp kendine benzeş çıkarırmış babanın aksayan ayağını. Bir iki selam edip ağılın yolu bulmak kalırmış; akşam oğlakları etrafına alıp. Anlatırmış bildiklerini yaladığı üç beş kelimeye on uda katıp anlatmaya koyulurmuş. Bir öncekinden daha kuyrukluca ama zihnin derinliklerinde oynayan kelimelerle yalansız ve de bilmiş.

( Bir ruh hali sürekli ertelediğim. Sarhoşluk veya boşluk diyeceğim. Bir gün ulaşmayı umduğum belki de sevdalarımdan kurtulduğumda ulaşa bileceğim bir hal. Sevdalarımdan kurtulmak diyorum; onlarla öyle meşbu iken ne sarhoşluğa nede boşluğa adım atabiliyorum. Düşününki her şey orada; tüm iyi fikirler sarhoşluğun içerisinde gizli. Pırıldayan yüzlerce gün, yüzlerce tohum. Hangisine avuç açarsanız açın dolup taşacak, yüküyle sizi ezecek. Adamlıktan çıkaracak. Ceplerinizde dolu küfürlerle dolaşacaksınız ortada ve kimse deli’den öte diyecek başka mizan bulamayacak. En fazla şeytana etiklerini edip kuyruk koyacaklar yanınıza. Siz cehenneminizde volta vurup tutunacak dal ararken ben boşlukta tutunmaksızın alabildiğine yankılarda salınacağım.)

Gayrı uyuma vakti. Beşer işte bedeni biraz uyusun ki kendine varsın tavrı. Biraz rüya görüp hayra yorsun günü. Ezberleri gönlünün bildiklerini bir daha sorsun geceye. Karabasana karşı dursun beden. Gecenin efesi, kuzgunu kimmiş bellesin ay ile gök. Başının altına döşek olsun cümbüş ve yorgan olsun yıldızlar. Titredikçe sevdasını özlemini iyi bellesin kul. Nihayet gelmeden beşere bir sınav daha versin beden. Alışsın kara cumadan suskun ötre ye; lam ı mim i ezberlemeden bir sille eksik gitmesin menzile. Ve bilsin günün hayrının onu yorduğunu.

2 yorum:

Zehra Gürgen dedi ki...

Uyumak için yine geç kalmışsın yarim, geceyi gün etmişsin..günün rüyası ise her zaman fazla karışık olur ancak güeşte vurdu mu şu Fethiye sıcağında şaraba hacet kalmaz bir şişe devirmiş gibi kalkarsın yataktan. Ancak kadının bu sarhoşu bu sarhoş haliyle de pek sever...

pelinpembesi dedi ki...

çok güzel bir yazı...